Anadolu İslamı
Bugün halkımız, “Türkiye dindarlığı” ile iftihar eder. Bizim Mevlana’mız ve Yunus Emre’miz var, biz İslamı en iyi anlayan ve yaşayan bir milletiz diye övünürüz. Özellikle TRT yıllarca dini proğramlarda Mevlana ve Yunus’u işlemiştir. Şimdi bu iki zatı farklı bir açıdan ele alalım!
Hicri 7. ve onu takip eden yüzyıllar, bir anlamda Kültür İslâmı’nın oluşumunun büyük oranda tamamlandığı yıllardır. Artık bu yüzyılda Müslümanların siyasi ve askeri gücü epey kırılmıştır. İslam coğrafyasında birçok irili-ufaklı güçsüz devlet vardır. Başta Türkler olmak üzere Asyadaki birçok kavmin kitleler halinde İslâm’a geçmiştir. Her ne kadar bu insanların topluca Müslüman oldukları söyleniyorsa da buna sosyoloji bilimi pek izin vermez. Zira sosyolojik olarak hiçbir millet bir günde dinini, geleneklerini, kültürünü değiştiremez. Haliyle bu durum, toplumda vahiy İslam’ından farklı bir İslâmi anlayış ve yaşamı beraberinde getirdi. Bu, Kültür İslâmı dediğimiz, vahiyle pek örtüşmeyen yeni bir melez din anlayışıdır.
Doğudan Moğol, batıdan Haçlı ordularınca sıkıştırılıp ezilen insanlar tam anlamıyla bir kaos ortamına itildi. Bu, siyasî ve askeri alanda olduğu kadar, inançta da kaotik bir durumun açığa çıkmasına neden olur. Önceki yüzyıllarda etkin olan kelâmın, fıkhın güç kaybetmesi, ulema sınıfının otoritesinin azalması, eski şaman yeni keramet sahibi evliyalar karşısında ikinci plana itilmesi hicri 6. yüzyılda sistemleşmiş, tarikat kurumlarını oluşturmuş tasavvufa büyük imkanlar sundu. Artık tasavvuf cerbezeli konuşan bir kaç dervişin felsefesi olmaktan çıkıp, şeyhlerin toplumun önüne bir mehdi, bir kurtarıcı gibi kabul gördüğü, toplumu yönlendirdiği yeni bir dönemdir. Tekke, zaviye, hankâh ve benzeri mekanlar tarikatların idari ve yönetim üssü olur. Buralarda faaliyet gösteren şeyh, derviş, velî vs. ünvanlı şahsiyetler halkın sadece inançlarını yönetip kontrol etmekle kalmadı, aynı zamanda büyük bir siyasî bir güç de devşirdiler.
Yeni Müslüman, eski şaman Türkler fakihlerden, müftülerden ve kelamcılardan pek hazzetmez. Türkler bu geçiş döneminde, kendilerine light bir İslam sunan, eski inanç ve alışkanlıklarını meşrulaştıran sûfîlerin peşine takılırlar. Tasavvuf onlar için bir sığınak olur. Çünkü böylelikle hem fakihlerin sorgusundan kurtulurlar, hem de dine uymayan davranışlarını, bâtınî yorum maskesi altında devam ettirme fırsatı bulurlar. Şeriatın sosyal ve bireysel hayatı düzenleyen sert ve acımasız kuralları yerine her türlü inanca ve mensubuna kucak açan, onlara sınırsız müsamaha gösteren, namazsız-niyazsız ama keramet sahibi(!) şeyh, derviş, abdal ve babalar etraflarında büyük halk kitlelerini toplamayı başarırlar.
Onlar elde etmeye başladıkları siyasi ve ekonomik gücün her türlü inanca ve mensubuna sınırsız hoşgörüden kaynaklandığını farketmeleri uzun sürmez. Onların hoşgörüsü arttıkca, kitleler kendilerine daha çok bağlanır, kitleler kendilerine bağlandıkca onların hoşgörüsü o oranda artar. Onlar “mana âleminin sultanları” olurlar ve madde âleminin sultanlarına kafa tutacak kadar arkalarında toplumsal destek bulurlar. Onların vahiy İslâmı’nı sosyal alanda hâkim kılmak gibi bir amaçları olduğu da söylenemez..
Celaleddin Rûmi kadar büyük amaçları olmasa da aynı dönemde diğer birçok şeyh, derviş , abdal ve baba’nın aynı amaçlar peşinde koştukları malumdur. Kişisel çıkarlarına hizmet ettiği kadar, -sırf insanî nedenlerle de olabilir- “birlik-beraberlik ve hoşgörü bayrağı” dalgalandırırlar. Yunus Emre’nin dediği gibi; “Cümle yaradılmışa bir gözle bakmayan Şer’in evliyasıysa, hakikatte asidir”
Oysa, “Gel ne olursan ol, gel” diyenler, kendi din kardeşlerini katleden işgalcilerle çok samimidirler.. Günümüzde de “diyalog ve hoşgörü” şemsiyesi altında faaliyet gösterenler, kendi kardeşlerine hasmâne, batılılarla ve papazlarla gayet dostâne ilişkiler geliştirebilmektedirler.
7. yüzyılda İslam’a yeni girmiş Türkler arasında Şamanist karakterli, bazı şeyhler tasavvufa bir çok yeni şamanist unsur katarlar. Bu yeni ucubenin içinde İran zerdüştlüğü, Anadolu sır dinleri gibi pek çok gayri İslami felsefenin söylemlerini bulabilirsiniz. Müslümanlar İslamı Araplardan değil, İranlılardan öğrendiler. Onlar kitabi İslamı değil, şifahi İslamı öğrendiler. Dünün şamanları, bugünün abdalları, alperenleri olan Yeseviye tarikatının pirlerinden dini öğrendiler. Bunlar da, en basit ve halkın kolayca kabul edebileceği bir din anlatmışlardır. Bu din asla kitabi ve formel bir din değildir. Dede Korkut mesela; Azrail ile Deli Dumrul’u güreştirebilir. Temsil ettikleri kitlelerden daha fazla İslamı bilmeyen bir çok eren, derviş, veli, Abdal, baba, Yesevi tarikatından aldıkları icazet ile Anadoluya akın ettiler. Hristiyanların yer aldığı, İslam’a yeni girmiş fakat İslam’ı bilmeyen Türk boylarının bulunduğu bu “Rum diyarı” onlar için kaçırılmaz fırsat olur ve anlattıkları menkıbelerle, gösterdikleri söylenen kerametlerle bu göçebe cahil halkı peşlerine takarlar.
Büyük Türk kitlelerin İslam’a topluca geçmesinde Yesevilik; Bektaşilik, Mevlevilik, Kalenderilik vs. gibi tarikatların büyük payı vardır. Bir takım şamanist inanç ve ayinlerin tasavvufa intikal etmesinde bu tarikatların rolü vardır.
Mevlana Celaleddin Rûmî;
İki Mevlana vardır. İlki büyük bir müfessirdir, şairdir, Kur’ân’ın hadimidir, vs. Bize yüzyıllardır anlatılan gönül adamı, büyük sûfî şeklindeki bu Mevlana’dır. İkinci Mevlana ise; dinlerin birleştirilmesini savunan, Moğol işgaliyle arası iyi olan, en fazla iyi bir şair! Bu Mevlana kadını aşağılar, Kur’ân dışı hakikatleri savunur, hulul akidesine sahiptir, eserlerini hep Farsça vermiştir, hikâyeleri ağırlıklı olarak Tevrat’tan alınmadır, Türk İslâm’ının en büyük mimarlarındandır.
Celaleddin Rumi, Türk/İslam dünyasının, Türkçe konuşmayan, İran asıllı en büyük şairlerinden biridir. O İran’ın Belh kentinde doğmuştur. Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled’te Belh’in hem âlimlerinden, hem de sûfîlerindendir. Kelamcı Fahreddin Razi’de Belh’lidir. Fahreddin Razi ile anlaşamayan Bahaaddin Veled burasını terk eder. Anadolu’ya gelir. Karaman’da yedi sene kalır. Daha sonra 1225 yılında Konya’ya gelip, yerleşir.
Selçuklu tarihi ve Mevlana konusunda Türkiye’nin et yetkin uzmanlarından Mikail Bayram, bizim Mevlana hakkında bildiğimiz birçok şeyin yanlış olduğunu söylemektedir.[1] Kalenderilerin Moğollarla arasında sıcak bir ilişki vardır. Göçebe Kalenderiler köy köy dolaşarak, dilenerek geçinirler. Köy köy dolaşıp görsel şovlar yaparlar, karınlarına şiş batırırlar, ateş yutarlar. Örneğin Mevlana’nın şeyhi olan Şems’in lakabı da “Şems-i Parende” dir. Yani; uçar gibi takla atan, parendeci Şems! Bu kalenderi dervişler de Moğol şamanları gibi sihirbazlık numaraları yapıyorlardı. Moğollar bu kalender dervişleri orduya alıp, asker olarak çalıştırdılar. Mesela Kösedağ Savaşında Moğolların yanında, Selçuklulara karşı için en önde çarpıştılar. 1243 yılında Moğollar Kösedağ zaferini kazandıktan sonra Anadolu’yu istila ettiler. Hatta Erzurum’da, Erzincan’da, Tokat’ta, Sivas’ta, Kayseri’de büyük katliamlar yaptılar, bu şehirleri yağmaladılar. Özellikle, Moğol Ordu Komutanı Baycu Noyan Kayseri’yi muhasara ettiği zaman, Moğol askerleri arasında Mevlana’nın hocası Şems-i Tebrizî’nin Kalenderî müritleri de vardı.
Kayseri’deki Ahi teşkilatına mensup gençler ve Bacı örgütü mensubu olan genç kızlar şehri savunmaktaydı. Moğollar şehri savaş ile aldıklarından büyük bir katliam yaptılar. Şehri ateşe verdiler. Çok sayıda Ahi ve Bacı üyesi öldürüldü. Devrin tarihçilerinden İbn-i Bibi ve Süryani tarihçi Ebu’l-Ferec on binlerce Ahi ve Bacının katledildiğini ve esir edilerek götürüldüklerini yazar.
Ahiler ve Türkmenler Moğollar tarafından katliama tâbi tutulurlarken, o sırada Kayseri’de bulunan Mevlana’nın hocası Seyyid Burhaneddin’in, eteğine paralar, altınlar saçtıklarını Menakibu’l-Arifin sahibi Ahmed Eflaki bildirmektedir. [2]
O dönemde bir Kalenderi şeyhi olan Şems-i Tebrizi’nin de Kayseri de olduğunu biliyoruz. Bu olaydan iki ay kadar sonra Şems-i Tebrizi’nin Konya’ya gelip Mevlana ile görüşmeler yaptığını da yine Mevlevi kaynaklar belirtiyorlar. Şems’in Konya’ya gelişi 12 Eylül 1244’tür. Bu tarih Moğolların Kayseri’yi zaptedişlerinden iki-üç ay sonradır. Şems’in bu tarihten önce Moğollarla irtibata geçtiğini gösteren belgeler de mevcuttur. Mesela Moğollar Erzurum’dayken Şems’in de o yıllarda Erzurum’da olduğunu görüyoruz. Moğollar Kayseri’ye geldiğinde o yine oradadır. Şems’in müritleri olan Kalenderi dervişlerin de Moğollarla birlikte hem Kösedağ’da hem de Kayseri’de savaşa katıldıklarını İbn-i Bibi nakleder.
Mevlana’nın iki hocası Şems-i Tebrizi ve Seyyid Burhaneddin-i Tirmizi’nin Moğollarla işbirliği halinde oldukları açıkça fark edilmektedir. Nitekim bu olaydan iki sene sonra Seyyid Burhaneddin vefat ettiğinde, Seyyid Burhaneddin’in türbesini de Moğollar inşa edecektir. Mevlana babası Bahaeddin Veled’in ölümünden sonra Seyyid Burhaneddin halife oldu. Mevlana bir müddet bu Cevlakî/kalenderî şeyhin terbiyesinde yetişti.
Kayseri’de on binlerce Ahi ve Türkmen’i öldüren, Baycu Noyan Konya’ya geldiğinde Mevlana ile görüşmüş ve Mevlana bu elleri kanlı katil Baycu Noyan’ın evliyaullahtan olduğunu Konyalılara telkin etmiştir.
Mevlana’nın buna benzer bir iddiayı Cengiz Han için de dile getirdiğini görüyoruz. Dünya tarihinde Firavun ve Nemrut’tan sonra en gaddar ve kan dökücü devlet adamı Cengiz Han’dır. Mevlana Cengiz Han’ın bir mağaraya çekildiğini orada on günlük itikaftan sonra Allah’tan mesaj aldığını ve bu mesajı aldıktan sonra Harezmşahlar ülkesine yürüdüğünü ve başarılarının buradan kaynaklandığını iddia eder.
Mevlana, “Fihi Mâ Fih” adlı eserinde, Moğol zalimlerinin babasının intikamını aldığını sevinerek anlatır; “Bahaeddin Veled Belhlilerden incindi; o zevalsiz saltanat sahibinin gönlü kırıldı. Hemencecik tanrıdan hitap geldi. Dendi ki: bu topluluk seni incitti; senin tertemiz gönlünü kırdı ya. Sen de çık bu düşmanların içinden de onlara azap göndereyim, belalarını vereyim… O daha yoldayken haber geldi; o sırrın eseri belirdi. Tatar, o bölgelere hücum etmiş İslam askeri bozguna uğramıştı. Belh’i almışlar, o topluluktan hadsiz hesapsız birçok kişiyi ağlata inlete öldürmüşlerdi. Büyük şehirleri yakıp yıkmışlardı. Tanrının bin türlü azabı vardır .”
Hülagu Han için de buna benzer bir iddiada bulunmaktadır. Mevlana Moğolların putperest olduklarını fakat oruca büyük bir önem verdiklerini ifade ettikten sonra Hülagu Han’ın Bağdat’ı kuşattığını, ama bir türlü şehre giremediğini, bunun üzerine ordularına emir vererek atlarına ve askerlerine üç gün oruç tutturduğunu söyler. “Hülagu Han Bağdat’ı muhasara ettiği zaman askerlerine emir verdi, üç gün üç gece atlarına ve askerlere yemek yedirmediler. Atların tutmuş olduğu bu oruç hürmetine Cenabı Allah Bağdat’ın fethini Hulagu Hana müyesser kıldı” şeklinde sevincini izhar eder. Oysa, Moğol sürülerinin yaptığı katliam o kadar büyüktür ki, tarihte eşine pek nadir rastlanır. Hümanizmin devasa şairi olarak lanse edilen Mevlana’mız bu azılı katilleri tebrik ve tebşir etmektedir.
Hülagu Han bundan sonra Suriye’yi işgale kalkıştı ancak orada Ayn-i Calut denilen yerde Memlüklü Hükümdarı Sultan Baybars’a ağır bir şekilde yenilip geri çekildi. Bu Sultan Baybars, Hülagu Han’ın öldürttüğü son Abbasi Halifesi’nin oğlu ez-Zahir Billah’ı Mısır’da halife ilan etti ve kendisi de halifenin emiri olarak onun hizmetinde olduğunu bildirdi. Mevlana “Mısır Halifesi ve Onun Hikâyesi” başlığı altında müstehcen bir hikâye anlatarak bu Mısır Halifesini ve Sultan Baybars’ı rezil etmeye çalışmaktadır.
Moğollar Mevlana’yı hizmetlerinden dolayı paraya gark ediyordu. Moğolların bu şekilde birçok defa Mevlana’ya para ve değerli hediyeler gönderdiğini Ahmed Eflaki anlatır. Üstelik bu paralar Moğolların el koyduğu Türkmenlerin paralarıdır. Bir defasında da Moğol hazinedarı Mevlana’yı özel olarak ziyarete gelmiş, ona 1000 dinar para vermiştir. O dönem için bu çok külliyetli bir paradır (1 deve 10 dinardı). Bunun gibi daha pek çok örnekler bulunmaktadır. Bütün bu örnekler, Mevlana ile Moğollar ve Moğol yanlısı yöneticilerin ne kadar sıkı bir ilişki içinde olduğunu göstermektedir.
Mevlana zamanında Anadolu’da bir grup insan, bir grup aydın Moğolları destekliyorlardı. Ahiler ve Türkmenler de Moğol işgaline karşı direniyorlardı. Ahiler, Moğollarla birlikte Kayseri’de katliama katılan Kalenderilerden nefret ediyorlardı. Mevlana ise o dönemde Moğolların yanında yer alarak Türkmenlerle mücadele etmiştir. Bu yüzden bir Türkmen şeyhi olan Hacı Bektaş’a ağır hakaretlerde bulunur.
Müritleriyle birlikte Kayseri’de katliama katılan Şems, 1244 yılında Konya’ya gelir, 39 yaşında olan Mevlana ile tanışır. Mevlana, 15 yaşında, güzelliği dillere destan Kimya Hatun adlı cariyesini bu sırada 65 yaşında olan Şems-i Tebrîzî’ye nikâhlar. Oysa bu Kimya Hatun Mevlana’nın oğlu Alâeddin Çelebi’yi seviyordu. Alaaddin Çelebi de onu seviyordu. Bu kızcağız Şems’in yanında kalmak istemiyor, sık sık evden kaçıyordu. Mevlana’nın oğlu Alaaddin Çelebi zaman zaman babasının yanına gelme bahanesiyle, Şems’in kaldığı hücrenin kapısının önünden geçiyor ve kendini Kimya Hatun’a gösteriyordu. Bir defasında Şems-i Tebrizi, Alaaddin’in önünü keserek: “Hey delikanlı! Bir daha buradan geçersen ayaklarını kırarım” diyerek Alaaddin Çelebi’yi tehdit etmişti. Eflaki bu olayı Şems’in öldürülmesiyle ilgili görmekte ve Alaaddin Çelebi’nin bazı çevrelerle işbirliği yaparak Şems’in öldürülmesi olayında aktif bir görev almasının sebebi olarak göstermektedir.
Yine böyle bir evden kaçma olayından sonra Şems, Kimya Hatun’u öyle bir dövdü ki, boynunu incitti ve bu zavallı kızcağız birkaç gün içinde öldü. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Şam’a kaçar. Mevlana, oğlu Alâeddin Çelebi ile bu yüzden arası açıktır. Diğer oğlu Sultan Veledi Şam’a gönderdi ve 1245 yılında Şems’i tekrar Konya’ya getirtti.
Tüm bunlardan dolayı, Alaaddin Çelebi Şems’in muhalifleri olan Ahiler arasında yer aldığı anlaşılmaktadır. Ahi Evren, Sultan II. İzzeddin Keykavus’a vezir olduğu günlerde Şems’e suikast düzenletmiştir (1247). Bu başarılı suikast girişiminde Şems öldürülmüş, cesedide bir kuyuya atılmıştı. Bu olayda Alaaddin Çelebi’nin önemli bir rol üstlendiği anlaşılmaktadır. Çünkü Ahiler Şems-i Tebrîzî’yi Kayseri katliamına katılan bir Moğol ajanı olarak gördüklerinden ona karşı kin besliyorlardı. Ayrıca, onun bazı Mecusi söylemlerinden dolayı Ahiler ondan hiç hazzetmiyorlardı. Bu olaydan sonra Moğollar ile Selçuklular, Ahiler arasında şiddetli bir düşmanlık baş gösterdi.
Şems suikastından kısa bir süre sonra, Ahi Evren, Alaaddin Çelebi’yi yanına alıp Kırşehir’e göçtüler. 1261 yılında Anadolu’nun birçok vilayetinde Moğollara karşı ayaklanmalar baş gösterdi. Kırşehir’de de Ahi Evren ve arkadaşları ayaklanma başlattı. Bu ayaklanmayı bastırmak üzere Mevlana’nın müridi ve Moğol asıllı Cacaoğlu Nureddin Kırşehir’e geldi. Nureddin Caca, Kırşehir’e gitmeden önce Mevlana ile bir görüşme yaptı. Bu esnada Mevlana oğlu Alaaddin Çelebi’ye iki mektup yazarak onu aile ocağına dönmeye ikna etmeye çalıştı. Cacaoğlu Nureddin buradaki ayaklanmayı bastırarak isyancıların tamamını kılıçtan geçirdi. Ahi Evren ve Alaaddin Çelebi de öldürülenler arasındadır. Cacaoğlu Nureddin, Alaaddin Çelebi’nin cenazesini Konya’ya getirmiş, Mevlana tüm ısrarlara rağmen oğlunun cenaze namazını kılmamıştır. Bu haberi tüm Mevlevi kaynaklar haber vermektedir.
Mevlana’nın hayatını yazan iki Mevlevi yazar Abdülbaki Gölpınarlı ve Feridun Nafiz Uzluk, Mevlana’nın oğlunun cenaze namazını kılmayışını, Şems’in öldürülmesi olayına katılmasıyla izah etmektedirler.
Alaaddin Çelebi Şems’in öldürülmesi olayına katılmış olmakla katil olmuş olur. Hukuken katilin cenaze namazı kılınır. Mevlana bunu bilmeyecek kadar cahil değildir. O halde oğlunun cenaze namazını kılmamasının nedeni, oğlunun Moğol yanlısı iktidara karşı isyan ettiğinden dolayı öldürülmüş olmasıdır. Yani oğlunu meşru otoriteye başkaldıran bir isyancı olarak görmektedir. İslam hukukunda isyancının cenaze namazı kılınmaz. O halde Mevlana’nın oğlunun cenaze namazını kılmaması Şems’i öldürdüğü için değildir. Görülüyor ki, Mevlana bu iktidara karşı olanları baği /isyancı kabul etmektedir. Bütün bu bilgi ve belgeler Mevlana’nın ve çevresindekilerin Moğol yanlısı olduğunu göstermeye kâfidir.
Şems-i Tebrizi’nin sohbetleri olan “Makalat” adlı eseri incelendiğinde bu zatın Anadolu insanını Moğollara itaat etmeye ve Moğol yönetiminden razı olmaya çağırdığı rahatlıkla görülebilir. Aslında bu fikri Mevlana’nın torunu Ulu Arif Çelebi de dile getirmektedir. Eflaki şöyle bir anektod nakleder. Ulu Arif Çelebi Moğolları destekliyordu. Moğollarla mücadele halinde olan Karamanoğulları Ulu Arif Çelebi’ye niçin kendileriyle olmayıp Moğollardan yana olduğunu sorduklarında o şöyle cevap vermiştir: “Biz dervişleriz. Bizim nazarımız Allah’ın iradesine bağlıdır. O iktidarı kime verirse biz de onun tarafını tutarız” demiştir.[3] Bütün bu belgeler ve bilgiler bize açık olarak göstermektedir ki, Mevlana Celaleddin-i Rumi ve hocası Şems Moğol yanlısı bir politika izlemişlerdir. Ve bunun mücadelesini yürütmüşlerdir. Bu siyasi düşüncelerinin mücadelesini vermişlerdir. Bundan dolayı o dönemde Moğol iktidarına muhalif olan çevrelerle de mücadele etmişlerdir. [4]
***
Şems Mevlana’ya önce şiir sanatını öğretti, sonra da şiir malzemesi olacak kadim İran kültürüne ait bir takım malzemeler verdi. Mesnevî’nin birinci cildini birlikte yazdılar. Mevlana bundan sonra yazdığı şiirlerle düşmanlarıyla mücadele ettiğini söyleyecektir. Düşmanlarının Firavun olduğunu, Mesnevi’nin ise Asa’yı Musa olduğunu, bununla düşmanlarını yendiğini söyler. 1264 te Mesnevi’yi bitirmiştir.
Şems-i Tebrîzî, Mevlana’yı Mevlana yapan kişidir. Şems-i Tebrîzî bir Kalenderi şeyhidir. Bu kişinin tam olarak kim olduğu, hangi mezhebe ve tarikata bağlı olduğu hep tartışıla gelmiştir. Kimilerine göre o bir İsmailî dâî /propagandist’tir. Kimilerine göre Cevlâkî şeyhi, kimilerine göre o devirde Kalenderîliğin Anadolu’daki temsilcisidir. Bu Cevlakiler’in helal ve mübah saymadıkları hiçbir haram yoktur. Namaz kılmaz, oruç tutmaz, şarap içer, hiçbir küfürden de sakınmazlardı. Dilencilikle geçinirlerdi.
Şems’in Kalenderîler gibi çardarb yaptığı (saçı-sakalı, bıyığı, kaşı kestiği) şaraba düşkün olduğu birçok kaynakta zikredilir. Kalenderîler, insan yüzünü Allah’ın mazharı kabul ettiklerinden, o güzelliğin tam olarak görülmesi gayesiyle üzerindeki tüm kılları ustura ile alırlardı. Ki bunu, Budist rahiplerden almışlardır. Bazı sûfîler ‘Allah’ı tüyü bitmemiş toy bir delikanlı’ olarak tasavvur etmişlerdir. Bu Kalenderîler, dünyaya ve dünyevi değerlere umursamazlar. Toplumun inanç ve geleneklerine karşı çıkarlar, kılık-kıyafet ve davranışlarıyla da bunu göstermeye çalışırlardı.
Bazı tarihçilere göre bu Kalenderîler; haramları mübah sayar, namaz kılmaz, açıktan oruç bozar, içki içer ve her türlü küfrü yaparlar. Abdalan-ı Rum olarak isimlendirilen bu Anadolu Dervişleri, Kalenderîler, Haydarîler ve Yesevîler’dir. Yine abdal kelimesi çoğu kere kalenderî için kullanılır. Yine kalenderî şeyhlerine ‘Baba ve Abdal’ da denilir. Şeyh Bedreddin, Torlak Kemal Osmanlıya isyan etmiş ve devleti epey uğraştırmış Kalenderi şeyhleridir. Bunlar daha sonraları Bektaşiler içinde kaybolup gittiler. Bunlar mescit ile kiliseyi, cennet ile cehennemi bir gören, güzellere meftun kimseler olup, Sünnilerden başka Şiilerin bile mülhit kabul ettiği kimselerdir. [5]
Mevlana Şems ile tanışmadan önce, babasındaki gibi ilim, zühd ve takva yönü ağır basan bir sûfîdir. Daha sonra Mevlana; “tasavvufi manada âşık” olduğu Şems’le altı ay bir hücrede halvette kalmış ve ona ne olmuşsa bu halvetten sonra olmuştur. Şems ile tanıştıktan sonra aşk sarhoşu olarak semaya başlamış. Şems ona bugünkü şekliyle dönerek sema yapmayı öğrenmiştir. Mevlana özellikle Şems Konya’dan kaçıp Şam’a gittiğinde kendisini büsbütün semaya kaptırmıştır. Kitabî İlimlere düşman olan Şems, Mevlana’yı kendisine deliler gibi âşık etmeyi bilmiştir. Celaleddin Rumî 25.700 beyitlik Mesnevisini müridi Hüsameddin Çelebi’nin teşvik etmesiyle yazmıştır. Celaleddin Rumî söylemiş, o yazmıştır.
Celaleddin Rumî, şeyhi ve maşuku Şems’in telkinleriyle batini ilim dedikleri sapkınlıklara kendini o kadar kaptırmış ki, tamamen kendi zihninin ürünü olan ve Hüsameddin Çelebî’nin kâleme aldığı şiirlerini, Kur’ân-ı Kerim’le boy ölçüştürmüştür. Tasavvuf dini ulularının kendilerini peygamberden üstün görmeleri yadırganacak bir davranış da değildir. Çünkü onlar Tanrı’da fani olup, O’nunla ittihat etmişler, Allah da onlara hulul etmiştir. Artık onlarda Tanrı konuşur(!) Dolayısıyla Mesnevi’nin Kur’ân’la eşdeğer, hatta ondan üstün görmesinde şaşılacak bir şey yoktur.
Mevlana; 9.yüzyıldan itibaren Belh şehri gibi ünlü mutasavvıflar yetiştiren büyük bir kültür ve bilim merkezinde doğmuş olmakla beraber esas tasavvufi şahsiyeti ve fikirleri Anadolu’da gelişmiştir. Muhyiddin Arabî ve Vahdeti Vücut mektebi, Mevlana’nın tasavvuf anlayışını çok etkilemiştir. Sadrettin Konevi sayesinde anlaşılabilir hale gelen vahdeti vücut felsefesi Anadolu’da gerek elit tabaka tasavvufunu, gerekse popüler tasavvufu derinden etkiledi. Mevlana, cenaze namazını Sadrettin Konevi’nin kıldırmasını vasiyet edecek kadar onun hayranlarındandır. Mevlana’yı etkileyen bir diğer akım ise Kübreviliktir. Temsilcilerinin başında bizzat Mevlana’nın babası Bahaedin Veled ve Necmeddin Daye geliyordu. Bu tarikat, züht anlayışı kuvvetli bir tasavvuf telakkisine dayanmaktadır. Mevlana’yı etkileyen başka bir tarikat Melamemîlik ve Kalenderîliktir. Mevlana’yı en çok etkileyen bilinenin aksine, Şems değil, babası olduğu da söylenir. Mevlana’nın ölünceye kadar babasının yazdığı “Maarifi” elinden düşürmediğini Mevlevi kaynakları kaydeder. Mevlana bizzat kendisi “Eğer Bahaeddin Veled birkaç yıl daha yaşasaydı ben Şems’e muhtaç olmayacaktım” dediğini Eflakî belirtir. Bundan dolayı Mevlana’nın hayatını ifade ederken yalnız Şems’i hesaba katmak yanlış olur.
Mevlana’daki Şems’e duyduğu aşkın bir benzerini, Şems’in katledilmesinden sonra bir kuyumcu olan Selahaddin Zerkûb’a gösterir. Onu şeyhi ilan eder. On yıl sonra Zerkûb ölünce yerine, Mesnevi’yi kendisine yazdırdığı bir diğer Cevlâki şeyhi olan Hüsameddin Çelebi’yi posta oturtur.
Moğolların hâkimiyeti altındaki Selçuklu devleti 1262 yılında bir ferman yayınlayarak, Türkmenlerin ve Ahilerin ellerindeki tüm zaviyeleri, tekkeleri, mülkleri, vakıfları müsadere yoluyla el konulur. Bu fermanda “Mevlana’yı şeyh olarak tanıyanlar hariç” ilavesi vardır. Yani Moğollar bu mana sultanının hâkimiyetini iyice perçinleştirdiler. Mevlana’ya intisap etmeyenlerin şeyhliğini kabul etmediler.
Putpereste ve Mecusi’ye kucak açan Mevlana, Türkmen şeyhi Hacı Bektaş Veli’den de pek hoşlanmaz.
“Emir Nureddin bir gün Mevlana Hazretleri’nin hizmetinde Hacı Bektaş’ın kerametlerinden bahsediyordu: Bir gün Hacı Bektaş’ın hizmetine gittim. O dış görünüşe hiç saygı göstermiyor, şeriata uymuyor ve namaz kılmıyordu. Ona namaz kılmanın mutlaka gerekli olduğunu söyledim. O, git su getir de abdest alayım ve taharet edeyim, diye buyurdu. Testiyi kendi elimle çeşmeden doldurup önüne getirdim. Maşrapayı alıp bana verdi ve; Dök dedi. Onun eline su döktüğüm vakit berrak suyun kan olduğunu gördüm ve şaştım kaldım. Bunun üzerine Mevlana; Keşke kanı su yapsaydı çünkü temiz suyu kirletmek o kadar büyük bir hüner değildir. Hemen o anda Nureddin baş koyup Hacı Bektaş’a gösterdiği rağbetten vazgeçti.”
Moğollar Mevlana ve adamlarını paraya gark ediyordu. Mevlana ve çevresi bu dönemde Moğolların resmi memurları konumundadırlar. Moğollarla halk arasında Mevlana aracılık yapmaktadır. Mevlana, Moğollardan bir isteği olan kimselerin ricalarını birazcık dünyalık karşılığı, bu istilacılara iletmektedir.
Mevlana kendisiyle tartışan ve bu yüzden kendisinden hoşlanmadığı zengin bir tüccar olan, Tacettin-i Kâşî’nin evine birkaç rind Mevlevî dervişi/kabadayısı ve Moğol askeri ile baskın düzenletir. Bu çapulcular bu zengin tüccarı katleder ve evini yağmalarlar. Mevlana ölünceye kadar Moğollarla sıkı ve sıcak ilişkileri devam etmiştir.
Bahaeddin Veled ve Seyyid Burhaneddin’den sonra mutlak hâkimiyet Mevlana’dadır. Mevlana bu dönemde Selçuklu yönetimine hâkimdir ve vezir Pervane Muiniddin’le olan diyalogu onu her alanda söz sahibi konumuna yükseltir. Mevlana veziri öylesine kontrolüne almıştır ki, borçlular borçlarının bağışlanmasını ya da mühlet verilmesi için onu aracı yaparlar. Cinayet işleyen kimselerin affedilmesini temin eder.
Mevlana’daki makam ve hükmetme hırsı erişilmez derecededir. O arkasına aldığı Moğol desteği ile Anadolu’nun mutlak manevi lideri haline gelmiştir. Mevlana’ya göre padişahlık gönül sultanlığıdır, ama kendisine muhalefet edenlere de hiç merhameti yoktur. Yine Eflaki’den bir rivayetle;
Bir gün İslam sultanı İzzeddin Keykavus Mevlana Hazretlerini ziyarete gelmişti. Mevlana ona gereği gibi iltifat etmeyip bilgiler saçmakla ve nasihatlerle meşgul oldu. İslam sultanı kul gibi tezellül gösterip; Mevlana Hazretleri bana bir nasihat versin, dedi. Mevlana; “Sana ne öğüt vereyim. Sana çobanlık vermişler sen kurtluk ediyorsun, sana bekçilik emretmişler sen hırsızlık yapıyorsun, tanrı seni sultan yaptı, sen şeytanın sözünü dinliyorsun buyurdu.”
Mevlana’nın bu sözlerinde ikinci İzzeddin Keykavus’a karşı olan tavrı ortadadır. Şüphesiz bu sözlerin arkasında İzzeddin Keykavus’un veziri olan Kadı İzzeddin’nin Ahilere başvurarak Moğollara karşı cihad hareketi başlatması yatmaktadır. Zaten bu hareket Moğol galibiyeti ile sonuçlanmış, Kadı İzzeddin ve Ahilerden pek çok ileri gelen şahıs, Moğol komutanı Baycu Noyan tarafından idam edilmiştir.[6]
Bu örnekler çoğaltılabilir. Mevlana’nın hayatı zannedildiği gibi yalnızca dergâhta ney, kudüm dinleyerek, sema meclislerinde dans ederek geçmemiştir. Mevlana ve hocalarının başlattığı ve 13. Yüzyılın sonlarındaki “Mevlevilik” diye adlandırılan hareket de aslında 1262 yılından itibaren uzun bir süre iktidar olmuş siyasi-dini (tasavvufi) bir harekettir. Mevlana’nın mektupları ve sohbetleri incelendiği zaman, devrinin siyasileri ile iyi ilişkiler içinde bulunduğu ve belli bir siyasi kadronun fikri tabanını oluşturmaya yönelik faaliyetleri olduğu rahatlıkla fark edilebilmektedir.[7]
Onlar dağdan gelip bağdakini kovan kimselere benzerler. Kendilerine kucak açan vefalı Anadolu halkına ihanet etmekten sakınmamışlardır. Onlar buranın göçmen kuşlarıdır. Buralarda kendilerini yabancı gibi, gurbette gibi hissetmeleri gayet tabiidir.
“Ülkem bu benim, yerim bu, yurdum işte, geldim nicedir kök saldım memlekete. Düşman gibi görseniz de düşman değilim, ben Hintçe konuşsam bile Türküm yine de” diye şiir düzmesi içindeki topluma yabancı olmasındandır.
Eski Yunan, Roma kralları yarı tanrı kabul edilirdi. Fars /İran kralları tanrının oğlu, “zıllullah/ Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak görülürdü. Bu tanrı krallar /rahip krallar dönemi sona erdikten sonra kral ve rahipler olarak ayrıştılar. Bu aşamada da “madde ve mana sultanları” halkı kendilerine kul ve bende yapmak için işbirliğine gittiler ve görev taksimi yaptılar. Arada sırada post/pasta kavgası yapsalar da birbirlerine örtülü destekleri hep devam edegelmiştir. Mevlana örneğinde görüldüğü üzere bazen bu mana sultanları, madde sultanlarını parmaklarında oynatmışlardır.
Moğollar, bu maaşlı memuruna “Şeyh’ul-Şuyûh’ul-Rumî” ünvanını verdiler. Ve böylece Anadolu’daki tüm şeyhlerin bu Mevlana’ya biat etmeleri istendi. Biat etmeyen pek çok şeyh öldürüldü.
Bunun üzerine diğer tarikat mensupları Anadolu’dan göç ettiler. Mesela; Tokat tarafında bulunan Rufâî olan Sarı Saltuk ve 3000 kadar müridi Bizans’a sığındı ve Çanakkale’de Ezine tarafına yerleştiler. Yine, Karasiler (Kara İsa) Çanakkale’ye, Malatyalı Germiyanlar’ da batıya göç ettiler. Bunlar arasında Ahlat ve Konya Ereğli’deki Kayılar da bu göç edenler arasındadır.
Mesnevi sadece ilahi aşk kitabı değildir. Eşek ve kadının sapık ilişkisi, hamamda düzülen adamın hikâyesi, kadınlar vaazına çarşaf giyerek giden adamın sarkıntılıkları gibi birçok çirkin hikâyeyi ayrıntılı olarak Mesnevi’de görebilirsiniz. Mevlana’daki müstehcen hikâyelerde amaç pornoğrafi değildir. Amaç bazı insanları hicvederek, aşağılamaktır. Yılancı hikâyesinde anlattığı kişi Ahi Evran’dır. Orada Ahi Evran’a hakaret eder. Zira Ahi Evran’ın mesleği gereği, kışın dağlarda zehirli yılan toplayıp, bunlardan panzehir, serum imal etmektedir.
Bundan daha kötüsü de içinde binlerce gayri İslami unsur bulunan bu kitabını, Allah katından inmiş gibi sunmasıdır. Bu ağzı küfürle dolu sahte peygamber asırlardır insanlığa aşk peygamberi olarak takdim edilmiştir.